ANA SAYFA



KİTAPLARIM


    ŞEHİTLERE ACIMAYIN


    ŞEHİTLERE ACIMAYIN

    Allah için şehit olanlara acımayalım. Kendimize acıyalım.

    Değişmeyen ecelimizin Hak yolunda geldiğine sevinelim.

    Asıl acımamız gerekenler, dünyanın en saygın Üniversitelerinde okuduktan sonra en yüksek yerlere gelmiş, yediği önünde yemediği ardında olan ama yediğini, içtiğini yaratan, yediğini ağzına götüren elleriyle donatan, ağzına 32 tane dişi diziveren, nefes borusuyla yemek borusunu ayırıveren Rabbini inkar edenlere hiç acıyıveren yok.

    En başta annesi ve babası ikişerden dört elleriyle o ciğerparesi çocuklarını cehennem ateşine iteleyiverirken onlara acıyan yine Allah için şehit olanlardır.

    “Var ise neden görmüyoruz” gibi basit bir mantıkla inkarcılığa ve sonunda cehenneme yöneltilen bu insanlar, kendi akıllarının varlığını kabul ettikleri halde akıllarını hiç görmediklerini düşünmezler.

    İnkarcılardan biri sormuş: “Varlığını kabul ettiğiniz Allah, neden bu güzelleri ve güzellikleri önce yaratıyor sonra öldürüp yok ediyor?”

    Bu adam, anasının karnına geri dönmeyi hiç hatırına getirmedi.

    Geniş dünyadan daracık yere girmeyi kimse istemez.

    Ölen bir Mümin için ölüm, dünya hapishanesinden tahliye olmasıdır.

    Zindandan tahliyeyi kim istemez.

    Bu dünyanın en güzel yerinde en iyi dostlarla en geniş imkanlarla yaşayan bir Müslüman, ahiretteki yerini görünce oturduğu o yeri zindanın çöplüğü gibi görecek.

    Böyle bir geçişi kim istemez ki?

    Madem ecel değişmiyor, madem ki, dünya tıbbının babası İbn-i Sina 57 yaşında ölmüş, ecel değişmeyeceğine göre bu canı  en iyi yolda değerlendiriyorlar ve insanlığın cehenneme giden yolunu kapatmaya, Cennete giden yolu açmaya çalışırken hakkın rahmetine kavuşmaya çalışıyorlar.

    Getirip götüren Allah olduğuna göre onun dediği doğrudur, onu inkar eden ve ölümlü olan kâfilerin dediği doğru değildir.

    Rabbimiz bizi uyarır:

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ كَفَرُوا وَقَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ إِذَا ضَرَبُوا فِي الْأَرْضِ أَوْ كَانُوا غُزًّى لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُوا لِيَجْعَلَ اللَّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ وَاللَّهُ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

         “Ey iman edenler, yeryü­zünde dolaşırken veya harbe gi­den kar­deşleri hakkında; "Eğer bizim yanımızda olsa­lardı ölmez­ler ve öldürül­mezlerdi" di­yen kâfir­ler gibi olmayın. Allah bunu on­ların kalple­rine hasret olsun için yaptı. Allah diriltir ve öldürür. Al­lah yap­tıkla­rınızı hakkıyla görür.” (Al-i Imarn süresi ayet 156)

    Çölde kaybolmuş, azığı ve suyu tükenmiş bir yolcu kafilesini düşünün.

    Her yönü denedikten sonra çaresiz kalan bu insanların yanına güzel bir elbiseyle bir adam geliyor ve “beni izleyin” diyor.

    Biraz sonra yemyeşil toprakların olduğu suların ve havuzların bulunduğu bir yere varıyorlar.

    Yiyorlar, içiyorlar ve besleniyorlar.

    Onları oraya getiren zat diyor ki, “Sizi daha iyi bir yere götürmek istiyorum, gelir misiniz?”

    Onlardan bir kısmı onu izliyor bir kısmı ise oraya yerleşip kalıyor.

    Ahmed Bin Hanbel’in Müsned’inde Abdullah bin Abbas’dan rivayet edilen hadise göre o yolcular bütün insanlık, onları çağıran da Sevgili peygamberimizdir.

    İnkarcılar da ölüyorlar ve cehenneme yuvarlanıyorlar.

    Şehidler ise insanlığın rahmet meleği gibi ölümsüzlük şerbetini şehadetle içiyorlar ve Rabbin rızası ile cennetini kazanıyorlar.

    2278 - حَدَّثَنَا حَسَنُ بْنُ مُوسَى حَدَّثَنَا حَمَّادُ بْنُ سَلَمَةَ عَنْ عَلِيِّ بْنِ زَيْدِ بْنِ جُدْعَانَ عَنْ يُوسُفَ بْنِ مِهْرَانَ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ

    أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَتَاهُ فِيمَا يَرَى النَّائِمُ مَلَكَانِ فَقَعَدَ أَحَدُهُمَا عِنْدَ رِجْلَيْهِ وَالْآخَرُ عِنْدَ رَأْسِهِ فَقَالَ الَّذِي عِنْدَ رِجْلَيْهِ لِلَّذِي عِنْدَ رَأْسِهِ اضْرِبْ مَثَلَ هَذَا وَمَثَلَ أُمَّتِهِ فَقَالَ إِنَّ مَثَلَهُ وَمَثَلَ أُمَّتِهِ كَمَثَلِ قَوْمٍ سَفْرٍ انْتَهَوْا إِلَى رَأْسِ مَفَازَةٍ فَلَمْ يَكُنْ مَعَهُمْ مِنْ الزَّادِ مَا يَقْطَعُونَ بِهِ الْمَفَازَةَ وَلَا مَا يَرْجِعُونَ بِهِ فَبَيْنَمَا هُمْ كَذَلِكَ إِذْ أَتَاهُمْ رَجُلٌ فِي حُلَّةٍ حِبَرَةٍ فَقَالَ أَرَأَيْتُمْ إِنْ وَرَدْتُ بِكُمْ رِيَاضًا مُعْشِبَةً وَحِيَاضًا رُوَاءً أَتَتَّبِعُونِي فَقَالُوا نَعَمْ قَالَ فَانْطَلَقَ بِهِمْ فَأَوْرَدَهُمْ رِيَاضًا مُعْشِبَةً وَحِيَاضًا رُوَاءً فَأَكَلُوا وَشَرِبُوا وَسَمِنُوا فَقَالَ لَهُمْ أَلَمْ أَلْقَكُمْ عَلَى تِلْكَ الْحَالِ فَجَعَلْتُمْ لِي إِنْ وَرَدْتُ بِكُمْ رِيَاضًا مُعْشِبَةً وَحِيَاضًا رُوَاءً أَنْ تَتَّبِعُونِي فَقَالُوا بَلَى قَالَ فَإِنَّ بَيْنَ أَيْدِيكُمْ رِيَاضًا أَعْشَبَ مِنْ هَذِهِ وَحِيَاضًا هِيَ أَرْوَى مِنْ هَذِهِ فَاتَّبِعُونِي قَالَ فَقَالَتْ طَائِفَةٌ صَدَقَ وَاللَّهِ لَنَتَّبِعَنَّهُ وَقَالَتْ طَائِفَةٌ قَدْ رَضِينَا بِهَذَا نُقِيمُ عَلَيْهِ