BİR ŞAİR VE BİR RESSAM GÖZÜYLE
Osmanlının yetiştirdiği kafir gücünde birini Cumhuriyet hükümeti henüz
yetiştiremedi.
Dinime düşman olanların bir kısmının bileği güçlü iken bir kısmının
dili keskindi.
Çağdaş kafirlerimiz, ya onlardan birinin ardına sığınarak gavurluk
yapıyor veya onlardan birinin şiir ve nesriyle söylediklerini tekrarlıyor.
O dönemin içinde doğup büyüyen biri şair, biri ressam iki ayrı insan
durumu tasvir ederek tarihe not düşüyorlar.
Şair, gördüğünü dilinden aktarır.
Ressam, gördüğünü elinden aktarır.
Batı anlamında müzeciliğin öncülüğünü yapan, Güzel Sanatlar Akademisi
(Sanayi Nefise) nin ilk müdürü olan Osman Hamdi bey (30 Aralık 1842-24 Şubat
1910) le Mehmet Akif Ersoy merhum Osmanlının nasıl yıkıldığını görmüşler ve iki
ayrı dille durumu bize aktarmışlar.
Osman Hamdi bey, üzerinde Kur’an okunan sedef kakmalı rahlenin
üzerinden Kur’anı yere atmış ve rahlenin üzerine o güne göre çok açık sayılan
bir kadını oturtmuş.
Kadın, Kabe’ye sırtını dönmüş olarak Mihrabın önünde oturmakta.
Sırtını döndüğü mihrabta çiniler üzerine işlenmiş Hatai, Rumi ve
Kündekari desenler ve Ayet-el Kürsinin son bölümü var.
Ayaklarının altında yere atılmış Kur’an ve eski yazılı kitap ve dağınık
sayfalar var.
Kadının sarı renkli, üç peşli, işlemeli kaftanı, gerdanı açıkta
bırakacak şekilde dekolte.
Saçlar toplanmış ve açık.
Ayaklarının altında kitap parçalarının arasında buhurdandan tüten bir
duman var.
Ressam gözüyle Osmanlının son demi işte bu.
Önce elinden Kur’anı alınan, aydın olmak için Paris’den ışık almaya
giden, Cezayir, Tunus, Libya, Yemen, Balkanlar, bir yiğidin kolunun, bacağının
kesilip doğranması gibi doğrandığı günlerde Mehmet Akif merhum da “Ruhu
harabında duyduğu hicranı” dile getirmiş ve şöyle özetlemiş:
“Kur’ân ayak altında sürünsün mü, İlâhî?
Âyâtının üstünde yürünsün mü, İlâhî?
Haç Kâ’be’nin alnında görünsün mü,
İlâhî?
Çöksün mü nihâyet yıkılıp koskoca bir
din?
Çektirme, İlâhî, bu kadar zilleti...
—
Âmin!
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın:
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz
ma’nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız
yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün
toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle
bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal
bakmak için!
Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış
verişi.
Mukaddesât ile eğlenmek en birinci
işi.
Duyarsanız «kara kuvvet» bilin ki:
Îmandır.
«Kitâb-ı köhne» de -hâşâ- Kitâb-ı
Yezdan’dır.
Üşenmeden ona Kur’ân’ı anlatırsan eğer,
Şu ezberindeki esmâyı muttasıl
geveler:
«Kurùn-i mâziyeden kalma cansız evrâdı
Çekerse, doğru mu yirminci asrın
evlâdı?»
Göçer hazîre-i târîhe Beyt’i Mevlâ’nın;
Çürür gider ayak altında göğsü
Kur’ân’ın!
Bilirsiniz ki, hemen, yüz, yüz elli
yıldır, biz,
Ne varsa elde verip muttasıl çekilmedeyiz!
Ömer’lerin, Yavuz’un biz vefâsız
evlâdı,
Sıyânet eylemedik yâdigâr-ı ecdâdı.
Ne yâr-ı candı o, lâkin biz olmadık
ona yâr;
Sonunda parçalanıp yurdumuz, diyar
diyar,
Küçüldü öyle ki: Yoktur yaşatmak
imkânı,
Dönüp de arkaya nâmûsu, dîni, vicdânı!
—
Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde
söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz,
yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i
nâmûsun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd
olsun.
Şu karşımızdaki
mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma
yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün
yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl
sarsar;
Değil mi cebhemizin sînesinde îman
bir;
Sevinme bir, acı bir, gâye aynı,
vicdan bir;
Değil mi cenge koşan Çerkes’in,
Lâz’ın, Türk’ün,
Arab’la, Kürd ile bâkîdir ittihâdı
bugün;
Değil mi sînede birdir vuran yürek...
Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe
sarsılmaz!