ANA SAYFA



KİTAPLARIM


    AYASOFYA VE BÜROKRASİ


    Sene 1991.

    Ben, Ayasofya camiinin imamıyım.

    Sağcısından solcusuna kadar bütün gazeteler Ayasofya’nın açılması konusunda yayın yaptılar.

    O günlerde bir milyonun üzerinde satış yapan Türkiye gazetesi başı çekiyordu.

    Derken sağ ve sol basının ittifak ettiğini gören Muhafazakar hükümet, hem basının, hem halkın basıncını hafifletmek için Ayasofya’nın güney tarafında Osmanlının ilave ettiği, Padişahın Ayasofya’ya geldiğinde atını bağlayıp, Hünkar mahfiline geçtiği yeri açıverdiler.

    10 Şubat 1991 Pazar günü öğle namazını kıldırdım.

    İlk Cuma namazı kılınacağı gün meydan dolduğu gibi Milli Eğitim Basımevinin önüne kadar cemaat doldu taştı.

    Gazetelerin sorduğu soruları hiçbir art niyet aramadan olduğu gibi cevaplandırıyorum.

    Sağ olsunlar onlar da benim bu safiyetimi istismar etmediler.

    Çok satan gazetelerimizden biri manşetten “Ayasofya cami imamı da biletsiz Ayasofya’ya giremiyor” anlamını taşıyan bir manşet attı ve içerisinde “Bunlar, Fatih Sultan Mehmet’ten bile bilet parası alırlar. Hayır hayır, Fatih gelse oraya girmesini bilir” sözlerimi aynıyla vermişlerdi.

    Aradan birkaç gün geçti, Kültür Bakanlığında en itibarlı bir genel müdür aradı ve görüşmek istediğini bildirdi.

    25 in üzerinde Bakan eskiten bu genel müdür, havadan sudan konuştuktan sonra beraber Ayasofya’yı gezmemizi teklif etti.

    Üç kişi birlikte Ayasofya’nın giriş kapısına vardık.

    O ikisi girdikten sonra ben girmedim.

    “Buyurun, parasız ziyaret edin” dediğinde “Beni dinleyin, sevgili peygamberimiz, Umre yapmak için 1500 arkadaşıyla Mekke’ye yakın Hudeybiye denilen yere gelince Mekke yönetimi onlara vize vermemiş.

    Görüşme yapmak üzere hazreti Osman gönderilmiş Mekke’ye.

    Yine de vize vermemişler ama hazreti Osman’a Mekke yönetimi, “Seni severiz. Sen Umreni yap” demişler.

    O da “Peygamberime ve arkadaşlarına yasakladığınız bu Umreyi ben de yapamam” demiş ve ayrılmış. Şimdi ben de bu halk, bu Ayasofya’ya biletsiz olarak, namaz kılmak için kabul edilmediği sürece buraya girmeyeceğim” diyerek oradan ayrıldım.

    Daha sonra yine bir gazetede çıkan röportaj üzerine teftiş sonunda ben Ayasofya imamlığından ayırıldım.

    O günlerde müdürün, Bakanını sevmediğini, müfettişin teftişe gönderenler hakkında iyi düşünmediğini ancak ikisinin de “Vur” denildiğinde öldürmeye hazır olduğunu gördüm.

    Ama ben, bunların ikisine de ve onları gönderenlere de kızmadım.

    Bundan 1350 yıl önce beşinci gerçek halife olarak kabul edilen Ömer bin Abdülaziz, Medine valisine yazdığı mektubunda “Ben, bu adama bir koyun ver” diye yazdığımda sen,

    “Koyun mu keçi mi” diye soruyorsun.

    Ben, “Fark etmez ikisinden birini ver” dediğimde sen,

    “Erkek mi dişi mi?” diye soruyorsun.

    Ben, “Erkek veya dişi olsun fark etmez ver” dediğimde sen,

    “Küçük mü büyük mü” diye soruyorsun. Emrimi yerini getir, tekrar soru sorma” diyor. ( İbn-i Abdilberr, Ikd-ül ferid 3/9)

    Her dönemde bürokrasi işte bu.

    Hani tuvaletlerde çeşme yokken, ibriklerle taharet yapıldığı zamanlarda, ishal olmuş adamın aceleyle ibriği aldığıyla boş kabine dalarken tuvalet bekçisinin “duuuur bakalım, onu bırak öbür siyah ibriği al” demesiyle tartışmaya zamanı olmayan adamın siyahı alıp kabine girmesi ve çıkışta “Hepsi aynı ibrik, niçin değiştirmemi istedin?” diye sorduğunda,

    “Biz de bir görev yapacağız herhalde” diye cevap vermesi, bürokrasi mantığını en iyi şekilde anlatmaktadır.

    Ayasofya’nın müze olması hakkında hiçbir kanun, yönetmelik, Bakanlar kurulu kararı yok.

    Ancak bürokrasi var. Bir de bürokrasiye teslim olmuş yönetimler var.