GÖNÜLLÜLÜK
ESASTIR
Hicri dördüncü asrın yarılarına kadar eğitim özeldi.
İlk nesil olan Ashab, ikinci nesil olan Tabiin, üçüncü nesil olan
Tebeüttabiin denilen öncülerimiz döneminde ve onlardan sonra gelen iki asır
daha eğitim ve öğretim özel olmuştur.
Yani eğitim hem hocalar tarafından hem öğrenciler tarafından
gönüllülük esasına dayalı olarak yapılmıştır.
Onun için en değerli kaynak eserler bu üç asır içinde yazılan
eserlerdir.
Türkiye
Diyanet Vakfının yayınladığı İslâm Ansiklopedisinin İcazet maddesinde İbn-ül
Ekfaninin (ö. H.749/M.1348) İrşad-ül Kasıd ila esnel makasıd isimli eserine
dayanılarak icazetnameleri/diplomaları devlet vermeye kalkınca Maveraünnehir
alimleri ilmin ölmesi nedeniyle matem tuttuklarını haber verir.
Bir
değerli arkadaşım, on beş yıldır bir Kuran kursunda hafız yetiştirir ve bir
kuruş para almaz.
Eylülde
başlayan öğrenci Haziran ayında Hafızlık diplomasını alır, ilave olarak
Riyazussalihin isimli hadis kitabını da ezberlerler, bununla yetinilmez
manalarını da öğrenirler.
Bir
gün evinde müsafir olduğumda sabah namazından sonra Ağabey, siz yatınız, ben
on iki tane hafız emekli imamı alıp kursa götüreceğim, öğrencilerin dün
ezberlediği sayfaları dinleyecekler. Ben kahvaltıya yetişeceğim dedi ve gitti.
Kahvaltıda
Bu emekli imamlara kursu evirip çeviren Vakıf her ay biraz para versinler
dediğimde Olmaz dedi ve ekledi Bunlar her gün gönüllü olarak Allah rızası
için geliyorlar. Para verirsek gönüllülük gider yeni sene parayı artıracaklar
mı derdine düşerler ve sevaplarıyla beraber gayretleri de yok olur dedi ve
aradan beş altı yıl geçmesine rağmen eğitim gönüllülük esasına göre devam
ediyor.
Bir
zamanlar Kocaelide gönüllü itfaiyeciler haberini okumuştum.
İtfaiye
müdürü gönüllülerin can kaybını önlemede çok etkin olduklarını, her mahallede
gönüllüler olduğundan olay mahalline en yakın gönüllüleri sevk ettiğimizden
bizden önce varıp can kurtarmaya başlıyorlar anlamında ifadesi olmuştu.
Bedirde,
Uhudda, Hendekde savaşan ashabın hepsi gönüllülük esasına göre savaşa
katılıyorlardı.
Hiç
birinin sevabın dışında aldığı ücret yoktu.
Şeyh
Sadi Gülistanında anlatıyor:
Şamlı dervişlerden biri şehirden ayrılmış, ormanda yaşamaya
başlamıştı. Orada ibadet ediyor, Allahı anarak vakit geçiriyordu. Acıkınca
ağaç yaprakları yiyor, susayınca ırmağa koşuyordu.
Bir gün Padişahın yolu ormana düşmüş, dervişi ziyaret
etmişti. Ona, Eğer uygun bulursanız
şehirde sizin için bir yer yapalım, dedi; tüm ihtiyaçlarınız karşılansın,
sadece ibadetle meşgul olun, size gelenler de ilminizin ışığından yararlansın.
Derviş bunu kabul etmedi.
Saray vazifelileri, Sultanı geri çevirmek doğru değildir,
dediler, birkaç gün şehre gelip oturmanız uygun olur, eğer sıkılırsanız,
yüreğinize keder gelirse, tekrar dönersiniz ormana.
Derviş, şehre geldi.
padişahın özel bahçesini ona ayırdılar. Gönlü ferahlandıran ve
ruhu dinlendiren bir yerdi burası. Cennet gibiydi. Güzellerin yanağına
benziyordu kırmızı gülleri. Sümbülleri zülüf gibiydi. Kocakarı soğukları
geçtiği halde, korkudan henüz tümüyle açılmamıştı gonca, tomurcuktu. Nar
çiçekleri yeşil ağacın üzerindeki ateş parçalarıydı.
Derviş bahçeye yerleştikten sonra padişah, ona dünyalar güzeli bir
cariye gönderdi. Sanki bir ay parçasıydı. Melek yüzlü, tavus kuşu gibi
süslüydü.
Ardından genç bir köle gönderdi. O da gönülleri aldatacak kadar
güzeldi. Herkes çevresinde susuzluktan kırılıyordu. Bir sakiydi o, fakat
kimseye bir yudum vermiyordu. Susuzluktan yanan Fırata nasıl doyamaz ise,
güzelliğe tutkun göz de ona bakmaya doymazdı.
Derviş lezzetli yemekler yemeye, süslü ve gösterişli giysiler
giymeye, cariye ve kölenin güzelliğinden keyif almaya başlamıştı.
Akıllı kimseler şöyle demiştir:
Güzellerin zülfü, akıl kuşunu avlayan bir tuzaktır.
Bilgi ve görgümü yolunda feda ettim.
Gerçekte bugün akıllı bir kuş isem de sen benim tuzağımsın.
Sonunda manevi gücünü yitirdi, gönül huzurunu kaybetti Derviş.
Padişah durumunu görünce şaşırdı:
Yanakları kanlanmış ve şişmanlamıştı. İpek örtülü bir yastığa
yaslanmıştı.
Yanıbaşındaki peri yüzlü köle, tavus kuşu kanadından bir
yelpazeyle serinletiyordu onu.
Durumuna sevindi Padişah. Dereden tepeden konuştular.
İki grup insanı çok severim dedi Padişah,
alimler ve dervişler.
Görmüş geçirmiş bir filozof veziri vardı.
Sevginin iki belirtisi vardır Sultanım
dedi, iki çeşit insana iyilik etmek: Alimlere lütûfta bulunmak, dervişlere bir
şey vermemek.
Niçin? diye sordu Padişah.
Alime altın vermeli ki, başka ilimlerde çalışsın ve gelişsin.
Dervişe vermemeli ki, derviş olarak kalsın.
Gönül çelen güzelin parmağında firuzeden yüzük, kulağında
elmastan küpe olmasa da güzeldir.
Güzel yüzlü kadının zümrüt yüzüğü olmasa ne çıkar!
Biri varken ikiyi ister mi derviş?