SINIR TANIMAYAN HOCALAR (3)
25/01/2019/Cuma/Milligazete
İyi insanlarla beraber olmuş, salihlerle oturup
kalkmış, ilim meclislerinde bulunmuş, her birinin güzel hizmetlerini gözden
geçirmiş, eskilerin diliyle hem kal/sözlü ilmi, hem hal/yaşanan hale gelmiş
ilmi almış ve görev aldığı camilerde 24 saatini İslami hizmete adamış bir zatı
muhterem.
Türkiye’ye de uğradığında TV5 de anılarını
paylaştığı programlardan tanıyorsunuz onu.
24 saat
İslam’a hizmet derken “Uyumaz mı bu adam” derseniz, rüyasında da İslami
hizmetlerin içinde görürmüş kendini.
Gündüz en fazla ne ile meşgul olursanız gece de
rüyanızda çoğunlukla onları görürsünüz.
Bundan nerdeyse elli yıl önce yıllık iznini
alarak bir de yurt dışındaki İslami hizmetleri yerinde görmek ister ve yurt
dışına çıkar.
Sınır tanımayan dostlarımdan Tıp Profesörü bir
dortum vardır. Her esen birkaç ay harp meydanlarında Amerikan, Rus, Avrupa
silahlarının ayktığı yıktığı insanların yaralarıan deva olmak için sınır
dışında görev yapar.
Doktor, bu dünyada tenlerin ve canların
yanmasına ilaç olmaya çalışırken, Sınır Tanımayan bu türden hoca efendiler ise
sonsuz senelerde cehennemde yanmamaları için gönüllerindeki insana tapınma
putunu kırıp, yaratan, yaşatan ve yöneten Allaha imanı yerleştirmeye sebep
olmaya çalışıyorlar.
Gittiği yerlerde yapılan hizmetlerin tadına
doyamadığı için bir ay sonra geriye dönemez.
Hani Yunus Emre’nin:
“Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun”
dediği gibi görevime son verilsin, maaşım yağma olsun der ve dokuz ay oralarda
kalıverir.
Dokuz ay sonra memleketine döner, bir ay kadar
dostlarına oraları anlatır.
Bir gideyim müftü efendiye de anlatayım diyerek
makama gider.
Müftü efendi onu muhabbetle karşılar,
kucaklaşırlar, karşılıklı oturup birer kahve içtikten sonra müftü efendi sorar
“Göreve ne zaman başlayacaksın?”
- Hocam ben on gün değil dokuz ay görevden uzak
kaldım. Siz beni müstafi saymadınız mı?
- Müftü efendi: “Sen oralarda görev yapmadın mı?
- Yaptım.
- Tamam, şimdi de burada görevine devam
edeceksin” der. (Müftülerimizin ve tüm idarecilerin dikkatine sunarım)
Oralarda yaptığı hizmetin tadını buralarda
bulamayınca bir müddet sonra istifa eder ve eşiyle beraber çeker gider.
Mekke ve Medine’de kalır bir müddet. Arapça
konuşmayı öğrenir.
Mekke ve Medine’de hem yerli hem de dışardan
gelen hocaların bolluğu nedeniyle o mübarek yerlerden ayrılır ve doğuya doğru
gider.
Kore, Çin, Japonya, Singapur, Malezya arasında
İslami hizmetin mekiğini dokumaya başlar.
Bu ülkelerin dillerinden ilk önce öğrendiği
cümle şudur: “Siz, bu kelimeyi söylediniz ya işte siz, şimdi Müslüman oldunuz.
İslam dinini, öğrenmek için şu adrese gidiniz.”
Beyaz uzun sakalı, bembeyaz omuzdan topuğa
akdar uzanan entarisi, nezaket dağıtarak yürüyüşüyle 1990 yılında benim evi
teşrif buyurdu ve akşam sohbetinde,
“Dilini bilmediğin insanlara dini nasıl
anlatırsın?” dediğimde,
“Kore’nin en işlek meydanının bir yerinde
bedeni hareketlerimle de ritim tutarak, sesli olarak “La ilahe illallah,
Muhammed Rasülüllah” kelime-i tevhidini söylemeye devam ederken, yirmi-otuz
kişilik bir gurup oluştuğunda ve onların bir çoğu da ritimle aynı kelimeleri
mırıldanmaya başladığında, Kore diliyle “Siz, bu kelimeyi söylediniz ya işte
siz, şimdi Müslüman oldunuz. İslam dinini, öğrenmek için şu adrese gidiniz.”
cümlesini söylüyorum, tekrar kelime-i tehide devam ediyorum ve bir ömür böyle
geçiyor, çok iyi başarılar sağlanıyor” demişti.
Çarşamba günkü yazımda Beni Kaynuka’
Yahudilerinin Hahamı olan Husayn isimli zatın Medine’ye hicret eden Sevgili
peygamberimizi herkes gibi görmek için koşarak geldiğini ve konuşurken yüzüne
baktığını, o yüzün yalancı bir yüz olmadığını anladığını ve Müslüman olduğunu
kaynaklarıyla beraber yazmıştım.
Bazen haliniz, dilinizden daha iyi anlatır.
Yüzünüzde doğruluk çiçeği açarsa, gözleriniz
kişilerin cüzdanına değil de gönlüne bakarsa, sözünüzde sevgi ve samimiyet
kokusu gönüllere sirayet ederse, hangi dilden konuşursanız konuşun anlamayacak
insan olmaz.
Yeni Müslüman olanların bulunduğu yerlerde cami
yoksa hemen evi geniş olanın bir odasını camiye çeviriveriyorlar ve onların
namazla aynı safta durmaları, aynı yöne dönmeleri, maddi olarak zayıfların
desteklenmesi sağlanıyor.
Bazı hoca arkadaşlar da var ki okuduğunu
kendinden başka kimseye anlatmadan bu dünyadan gidiyor ve güzel hizmetleri
olanların da konuşmalarında ve yazdıkların da dil bilgisi hatalarını ortaya
koyarak tatmin olmaya çalışıyorlar
Onlardan birine “Kabirde kafir çocuklarına ders
verdirmeyecekler. Öğrendiğini bu dünyada hem Müslümanlara hem Müslüman
olmayanlara öğretmekle görevlisin” demiştim de “kendimi yeterli görmüyorum”
diye cevap vermişti.
Zaten kendini yeterli gören hoca sayılmaz.
Biz, beşikten mezara kadar öğrenmekle,
yaşamakla ve öğrendiğimizi öğretmekle görevliyiz.
Ama o zatın adını yazmadın, kim o?
Ne yapacaksın
adını?
Sen de bir şeyler
yap.
İster
kal/sözle, ister hal ile, ister kalemle, ister silahla…